[ad_1]
“Futbol” deyince aklınıza hangi edebiyatçılar yahut yazarlar geliyor bilmiyorum ama benim ‘vardır üstatların bir bildiği ve hikmeti’ dediğim “Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim; çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi” sözüyle uslara işleyen Albert Camus ve (futbolu edebi minvalde ilk işleyenlerden) Mehmet Fuat geliyor. Son zamanlarda iki ustaya eşlikçi ise: “Futbol ve edebiyat ilişkisi Türkiye’de her zaman sorunluydu. Doksanların başında futbolla ilgilenmek ve futbol hakkında konuşmak lümpen bir davranış olarak kabul ediliyordu. Bu yüzden de futbol entelektüellerin yatak odası sırlarından biriydi. Ama 2002 Dünya Kupası bir milat oldu. Kupaya Türkiye’nin katılması ve üçüncü olmasıyla futbol ve entelektüel arasındaki ilişki boyut değiştirdi. Okur – yazar takımı futbol izlediğini, hatta spor gazeteleri okuduğunu, hatta toplanıp, maçlara gittiğini gizlemez oldu” diyen yazar Ferhat Uludere… ‘Kasaba’ ve ‘futbol’ ikilisini şahsına münhasır bir jargonda anlatan Uludere’nin yeni kitabı “Son 11” Doğan Kitap’tan çıktı.
“Dert etme biz burada hiç sıkılmıyoruz”
Kitaplarınız aklıma; “Aslında avarelik hiç de kötülüklerin anası değildir, tam tersi, neredeyse Tanrısal bir hayattır, yeter ki can sıkıntısına kapılma” diyen Søren Kierkegaard getiriyor…
2010’da, “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” çıktığında yaptığım söyleşilerin odak noktası “kasaba ve can sıkıntısı” olmuştu. Verdiğim cevaplarda bu sıkıntıyı tanımlamaya çalışıyordum. Sonrasında kasabaya gittiğimde orada yaşayan bir dostum şöyle dedi: Kasaba sıkıntısı diye anlatıyorsun ya, dert etme biz burada hiç sıkılmıyoruz, keyfimiz yerinde… Bunu söyleyebiliyordu çünkü can sıkıntısına bir çözüm bulmuştu. Sadece o değil, 90’lı yılların başında herkes çözüm bulmuştu. Çünkü Charles Baudelaire’in bize gösterdiği yolu takip ediyor, yani sarhoş oluyorduk: “Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız. Ama neyle? Şarapla / şiirle / ya da erdemle / nasıl isterseniz öyle…” Biz de can sıkıntısının karşısına edebiyatı, sanatı, şiiri ve müziği koyduk, üzerine biraz da ucuz şarap ekledik ve avareliği kendimiz için kutsadık.
“Son 11”in derdi nedir? Fona yasladığı fotoğrafı tariflerseniz ortaya ne çıkar?
Kitapta; 11 kişi kalmış ve küme düşmüş bir takımın maça çıkmak için aradığı cesarete odaklanıyorum. Kitap, 10 dakikalık bir süreyi 30 yıl geriye dönerek anlatıyor ve bir kasabanın futbol üzerinden şekillenmesini okuyoruz. Artık hepimiz biliyoruz; futbol asla sadece futbol değildir. Ana fikirde (Britanyalı yazar) Simon Kuper’ın bu sözünü tekrar ediyorum, lakin onun anlatmak istediği biçimde değil. O futbolun manipüle edilmesine dair fikirlerini belirtirken, ben bu sözle futbolun bir kasabayı ve insanları nasıl bir araya getirdiğini anlatıyorum. Peşinde koşturduğu hayatları bazen nasıl heba ettiğini ve günün sonunda, futbolun sadece topun kaleye girmesi ve “gol” diye bağırmak olmadığını anlatıyorum. “Son 11” oyunun kendisinden çok insanların hikayelerine odaklanıyor.
“Bir futbol romanı olarak okumak haksızlık olur”
Futbol ve edebiyat ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? Bu kadar taraftarı ve seyircisi olan bir mevzunun, edebiyata dönüşümü neden mesafeli?
Futbol ve edebiyat ilişkisi Türkiye’de her zaman sorunluydu. 90’ların başında futbolla ilgilenmek lümpen bir davranış olarak kabul ediliyordu. Bu yüzden de futbol entelektüellerin yatak odası sırlarından biriydi. Ama 2002 Dünya Kupası bir milat oldu. Kupada Türkiye’nin üçüncü olmasıyla futbol ve entelektüel arasındaki ilişki boyut değiştirdi. Okur – yazar takımı futbol izlediğini, hatta spor gazeteleri okuduğunu, hatta hatta toplanıp, maçlara gittiğini gizlemez oldu. Yayınevleri de bu ilgiye kayıtsız kalmadı. Futbol dizileri oluşturuldu vs. Ama buna rağmen edebiyat ve futbol ilişkisi hâlâ çok kuvvetli değil. Biyografiler dışında merkezine futbolu alan çok az roman var.
Romanda, 10 dakikaya kasabanın neredeyse 30 yıllık bir zamanı sığdırılmış. Bu durum bana Hegel’in ‘zeitgeist’ini (zamanın ruhu) hatırlattı. Böyle bir anlatımının detaylarında neler olur, biter?
“Son 11”de farklı bir zaman kurgusu planlamak istiyordum. Kitabın başı ve sonu arasındaki zaman en fazla 10 dakika olacaktı. Hikaye başladıktan 10 dakika sonra bitecekti. Öyle de oldu… Böylece de futbolun ve kasabanın farklı zamanlarda nasıl olduğuna ve algılandığına değindim. Zamanın ruhu da burada devreye giriyor sanırım. Çünkü anlattığım futbol hikayelerinin hiçbirinin günümüzde, yani 2018’de geçme imkanı yok. Çünkü o günden bugüne futbol iklimi çok değişti. Futbol yıllar önce insanları bir araya getirirken, şimdi insanları birbirinden uzaklaştıran ve düşmanlıklar doğuran bir spor dalı. Bunun suçlusu tabii ki zamanın ruhu.
Yazım sürecinizde ‚vay bu da varmış‘ dediğiniz yahut yan yollara saptığınızda kendi özelinizdeki keşfiniz ne oldu?
2002 Dünya Kupası sonrasında bir yapımcı futbol müzikali için kollarını sıvamıştı. Sevin Okyay’la birlikte futbol müzikali yazmak için çalışmalara başladık. Ve ben de Lüleburgaz’a gidip futbol hikayeleri toplamaya başladım. O proje olmadı, ama o hikayeler, 16 yıl sonra “Son 11”e ilham kaynağı oldu. Yazarken birçok yan yola saptım… Romanı yazım aşamasında pek çok kez geri dönüp yazdıklarımı yeniden kurguladım, düzeltim ve bazen “bitti” dediğimde, oturup yeni bölümler bile yazdım. Sanırım işin en keyifli yanı da bu oldu.
“Şehir samimiyeti fazlasıyla kaybetti”
Eskiye nazaran yeni çağın pek çok yazarı, diğer sanat dallarında olduğu gibi bireysel hikayelerini ve belki de ‘modern dünya’ hallerini anlatmayı daha çok tercih ediyor. Son yıllardaki edebiyat dünyasını nasıl görüyorsunuz?
Yazdıklarımın neredeyse tamamının mekanı kasabalar. Bu da beni haliyle kasaba yazarı haline getirdi. Bir itirazım yok, kasabaları yazmak hoşuma gidiyor ve yazarken aradığım samimiyeti oralarda buluyorum. Aslında kasaba ya da galaksinin başka bir köşesi, hikayenin nerede geçtiği çok ilgilendirmiyor beni. Benim asıl derdim; yazarken samimiyeti elden bırakmamak! Donuk bir dil yerine yerel ahengi katabilmek. Büyükşehirlerde bu samimiyeti bulmak kolay olmuyor. Çünkü şehir samimiyeti fazlasıyla kaybetti, bu da ister istemez edebiyata yansıdı. Halbuki yıllar önce okuduğumuz ve yüzümüzü güldüren birçok romanın, filmin ve tiyatro oyunun zemininde büyükşehir vardı. Aslında mesele alan meselesi değil, biraz zaman ve yukarıda bahsettiğimiz gibi zamanın ruhu belirleyici oluyor.
“Son 11”deki karakterlerle aynı masaya denk düşmüş olsaydınız ne söylemek isterdiniz?
Vedat’ın yaptıkları ve yalnızlığıyla dalga geçerdim herhalde, en azından hayat kadar acımasız olurdum ona karşı. Sami’den futbol hikayeleri dinler, Sezgin’e hayat dersleri verir, Sedat ile bol bol içerdim.
Bekleyen ya da yaratım sürecinde olan bir hikaye var mı?
Yazmak çok tanımlanacak bir eylem değil. “Don Quijote’nin Üçüncü Cildi”ni yazmaya başladığımda 2000 yılıydı, kitap yayımlandığında ise yıl 2013 olmuştu. Ki kitap masamda dururken diğerlerini yazmıştım. “Son 11”i kurgulamaya başladığımda “Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba” yeni çıkmıştı. Şimdiye baktığımda ise aklımda yazmak istediğim birkaç konu var. Kenarda duran yayımlanmamış bir hikaye kitabım bile var. Ama hangisinin ne zaman biteceğini kestirmem zor. O da işin sürprizi olsa gerek.
[ad_2]
Devamini oku >>