[ad_1]
İletişim Yayınları Tanıl Bora’nın „Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası – Bosna Hersek“ ve „Milliyetçiliğin Provokasyonu“ adlı kitaplarının yanı sıra, Oscar Wilde’ın „Mutlu Prens“ini Murat İnce’nin çevirisiyle, Rita Ender’in „Aile Yadigarları“ adlı kitabını, Serhan Ergin’in „Ne Güzel Bir Sabah“ adlı romanını, Sara Villanueva’nın „Ergenlik: Sıkıntılı Yıllar – Ergen Çocuklarımıza Keyifle Ebeveynlik Etmenin Yolları“ adlı kitabını Defne Orhun’un çevirisiyle, Onur Atalay’ın „Türk’e Tapmak – Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm“ adlı kitabını, Zafer Yılmaz’ın „Yeni Türkiye’nin Ruhu – Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma“ kitabını da 7 Eylül’de okurla buluşturuyor.
Mutlu Prens
İletişim Yayınları Çocuk Klasikleri adlı yeni bir diziyle okurların karşısına çıkıyor. Orijinal dilinden yapılan tam metin çevirileri genç okurlarla buluşturmayı amaçlayan bu dizinin ilk kitabı ise Oscar Wilde’ın çocuk edebiyatının klasiklerinden biri sayılan Mutlu Prens’i. Bu unutulmaz kitap, çocukların yanı sıra yetişkinlerin de severek okuyacağı beş büyüleyici masaldan oluşuyor.
Çocuk edebiyatının şaheserlerinden Mutlu Prens, Oscar Wilde’ın sihirli kaleminden dökülen beş masaldan oluşuyor.
Bir prens düşünün, yaşarken mutsuzluk nedir bilmeyen… Bir bülbül hayal edin, genç bir âşığın istediği gül için kendini feda eden… Bencil bir dev getirin gözünüzün önüne, bahçesinde çocukların oynamasını istemeyen… Vefalı bir dost, arkadaşı tarafından sürekli kandırılan, yine de akıllanmayan… Bir roket, kendisini dünyanın en olağanüstü havai fişeği sanan… Bu büyüleyici masallar, günümüzde hâlâ hem çocuklar hem de yetişkinler tarafından ilgiyle okunuyor.
Aile Yadigarları
İletişim Yayınları daha önce, Kolay Gelsin ve İsmiyle Yaşamak adlı kitaplarını yayımladığı Rita Ender’i bu kez Aile Yadigârları ile okurlara sunuyor. Ender, Türkiyeli otuz genç Yahudi ile aile yadigârları üzerine konuşurken, hem geçmiş ile yüzleşmenin kapılarını açıyor hem de Yahudi kültürü üzerine bilmediklerimizi gün ışığına çıkarıyor. Kolyelerden bileziklere, fincanlardan fotoğraflara uzanan bir dünya Reysi Kamhi’nin çizgileriyle renkleniyor.
Çoğu için „aile yadigârı,“ bir nesnedir: Bir kolye, bir bilezik, bir kıyafet, bir hesap makinesi, bir fincan, bir küllük veya fotoğraflar… Birisiyse „aile yadigârım, anılarım,“ diyor. Biri „anneannem,“ cevabını veriyor, aile yadigârı sorulunca.
Kimisi özenle seçilip „değerli eşya“ olarak yadigâr bırakılmış, kimisini çocuklar, torunlar, yeğenler kendisi seçmiş yadigâr diye… Bir yadigâr, sadece hürmeti, minneti, sevgiyi ve hatırayı saklamakla kalmaz. Belki bazen melankolisi ve neşesiyle geçmişin hislerini de taşır, kuşaktan kuşağa devreder.
Rita Ender, yadigâr kelimesinin „tılsımıyla“ sözü açarak, Türkiyeli otuz genç Yahudi’yle aile yadigârları üzerine söyleşiyor. Söyleşiler bize hayat hikâyeleri anlatıyor; farklı Yahudilik kültürleri hakkında canlı izlenimler sunuyor ve yadigâr kavramı üzerinden, geçmişle yüzleşmenin ve hatıra „kurmanın“ sıradan insanlara ait somut, canlı tecrübelerini aktarıyor. Reysi Kamhi’nin çizgileriyle…
Ne Güzel Bir Sabah
Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar ve Deniz Gülümsüyordu Uzaktan isimli romanlarıyla tanıdığımız Serhan Ergin, bu kez öyküleriyle karşımıza çıkıyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan Ne Güzel Bir Sabah’ta kendine has anlatım tarzıyla aşkları, tesadüfleri, sürprizleri, yaşlı ve genç olmayı anlatan Ergin, okuru kendini ait hissedebileceği bir dünyanın içine çekiyor.
Arka kapaktan:
Hayat Apartmanı’nın sakinleri ve onların iç içe geçen yaşamları… Yaşlılığın ve gençliğin türlü halleri. Kederli ayrılıklara inat yeni başlayan neşeli aşklar. Kesişen yollar, tatlı tesadüfler, acı sürprizler… Yürekleri küle çeviren yangınlar… Kemal, Zuhal’e tiyatroda gönlünü kaptırdı… Bir kadın, bir adamı gecenin ayazından söküp aldı… Ne Güzel Bir Sabah, gülümsetirken sert esen rüzgârla hüzne çeviren hikâyelerin kitabı.
Serhan Ergin, insana dair her şeyi samimiyetle anlatıyor. Okurlara sıcacık, kahve kokulu öyküler armağan ediyor…
Kitaptan alıntı:
Gördün mü birkaç saniye nelere mâl oluyor… Yıllardır kendine dahi itiraf etmeden beklediğin o adam belki şimdi seni arıyor olacaktı. Belki de her şey farklı olurdu şimdi. O bordo renkli binanın köşesine, hani o dört yola, biraz daha erken gelebilseydin. Topuğun sıkışmasaydı mazgala, vitrinlere dalmasaydın. Ya da o birkaç saniye daha geç dönseydi o köşeden, para bozdurmaya uğraşsaydı, bir kedi görseydi yolda. Birkaç saniye arayla kavşağın farklı yönlerine gitmeseydiniz de tam o köşe başında burun buruna gelseydiniz… Hepsi olabilirdi işte. Ama biliyor musun, aynı anda orada olsaydınız, birbirinizi görseydiniz bile, yine de hiçbir şey farklı olmayabilirdi. Hayat işte…
Ergenlik: Sıkıntılı Yıllar – Ergen Çocuklarımıza Keyifle Ebeveynlik Etmenin Yolları
İletişim Yayınları, çocuk ve ergen psikologu Sara Villanueva’nın Ergenlik: Sıkıntılı Yıllar adlı çalışmasını okurlarla buluşturuyor. Ergenler ve aileleri arasında yaşanan çeşitli çatışmalardan ergenlerle buluğ ve cinsellik hakkında nasıl konuşması gerektiğine dek uzanan geniş bir alanda, zihin kurcalayan tüm sorulara yanıt veren bu kitap, alanının temel bir başvuru kaynağı olmaya aday…
Çocuklar ergenliğe girdiğinde, aile içi ilişkilerde büyük değişiklikler yaşanır. Daha düne kadar anne babalarının sözünden çıkmayan yeniyetmeler birden kendi fikirlerini savunmaya ve karar alma süreçlerinde aktif rol almaya başlarlar. Bütün bunlar göz açıp kapayıncaya kadar oluverdiğinden, ebeveynler genelde bu değişime hazırlıksız yakalanır ve öfkeyle haykırır: „Neler oluyor?!“ Ergenler ile ebeveynler neden sık sık çatışma yaşarlar? Ergenler neden riskli ve tehlikeli işlere kalkışıp başlarını derde sokarlar? Akran baskısı ve başka sosyal etkilerin ergen davranışlarındaki rolü nedir? Ergen çocuklara sorumluluk nasıl aşılanır? Güven duygusu, ergen-ebeveyn ilişkisinin neresinde durur? Buluğ ve cinsellik gibi hassas konularda nasıl ve ne kadar konuşulmalıdır? Ergenler duygusal özerkliklerini nasıl kazanırlar ve bu süreç nasıl yeni bir kimlik edinmelerine yol açar? Anne babalar bu zorlu gelişim yolculuğunda çocuklarını nasıl destekleyebilirler? Bağımsızlık ve sınır mücadelesine denge nasıl bulunmalıdır? Ergenleri iyi yürekli, sorumluluk sahibi, bilinçli, şefkatli bireyler olarak yetiştirmenin sırrı nerede gizlidir? Deneyimli çocuk ve ergen psikoloğu Sara Villanueva, akademik ve klinik bulgulara dayanarak insan hayatının en karmaşık dönemlerinden biri olan ergenlik dönemini incelerken, kendi ebeveynlik tecrübesi ışığında ailelere ergen çocuklarıyla yaşamanın zenginleştirici ve keyifli yanlarını gösteriyor.
Türk’e Tapmak – Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm
İletişim Yayınları, Onur Atalay’ın genç cumhuriyeti şekillendiren „manevi“ temeller üzerine düşünmeye çağırdığı çalışması Türk’e Tapmak’ı yayımlıyor. Medeniyet, bilim, millet ve şef gibi kavramların nasıl kutsallaştırıldığı, Kemalizmin „siyasal“ bir din olarak kendini nasıl var ettiği gibi sorular üzerinden kutsallık ve siyaset ilişkisini tüm yönleriyle açığa çıkaran Atalay’ın çalışması, hem geçmişi hem de bugünü anlamak bakımından bir rehber niteliğinde.
Onur Atalay, okuru 1930’lar boyunca genç cumhuriyetin üzerinde yükseleceği „manevi“ temelleri yeniden değerlendirmeye çağırıyor. Yazar, etrafında milletin inşa edileceği bir ortak anlatının oluşum sürecinde söylemlerin, kavramların ve simgelerin sahip olduğu özgül ağırlığı ve bunların o zamanın totaliter rejimleriyle nasıl bir etkileşim içerisinde şekillendiğini tartışıyor.
Medeniyet, eskiden Tanrı’nın zihinlerde kapladığı yeri ele geçirmiş olabilir miydi? Bilim, kurucu kadro tarafından ülkeyi cennete çevirecek bir sihirli değnek olarak mı görülmekteydi? Bilimin, medeniyetin veya Türklüğün mabetleri, mücahitleri, şehitleri hatta peygamberleri var mıydı? Seküler kavramların adım adım tekrar büyülenmesi sonucu ortaya nasıl bir ülke panoraması çıkacaktı?
Türk’e Tapmak, geleneksel dinin evreninden Kemalist kavramlara doğru yaşanan „kutsiyet nakli“nin ve nihayetinde Kemalizmin bir sivil din, hatta yarım kalmış bir siyasal din olarak ayakları üzerinde yükselişinin anlatısı… Medeniyet, bilim, millet ve sonunda şef kavramlarının kutsallık halesiyle nasıl çevrildiğini, Cumhuriyet’in „yeni insan“ının onlar vasıtasıyla nasıl mayalandığını, Osmanlı’dan ve geleneksel inanç sisteminden kopuşun yarattığı manevi boşluk duygusunun farklı bir tarzda nasıl ikame edildiğini anlatan Atalay, dinsiyaset ilişkisine dair zengin kaynak kullanımı ve titiz araştırmacılığıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece ilk yıllarını değil bugününü de anlamaya yönelik yeni bir çerçeve öneriyor.
Yeni Türkiye’nin Ruhu – Hınç, Tahakküm, Muhtaçlaştırma
İletişim Yayınları, Zafer Yılmaz’ın Türkiye’de son yıllarda yaşanan siyasal ve toplumsal olayları üç kavram, „hınç, tahakküm ve muhtaçlaştırma“ üzerinden inceleyen çalışması Yeni Türkiye’nin Ruhu’nu yayımlıyor. Yılmaz, „Yeni Türkiye“de hükümetler eliyle biçimlendirilen politikaların hangi doğrultuda işlediğini analiz ederken, artık siyasetin sürekli bir „kriz“ söylemiyle yürütüldüğüne ve devletçilik ekseninde sürekli „devlet muhafazası“na vurgu yapıldığına işaret ediyor. Çizilen eksenin dışına çıkabilmek, alternatif bir bakış geliştirebilmek için eşsiz bir kaynak…
Arka kapaktan:
Muhalif çevrelerde mevcut siyasal durumu aktarmanın ve betimlemenin, anlamaya ve kavramaya galebe çaldığı maalesef görmezden gelinemeyecek bir gerçek olarak karşımızda duruyor. „Kral çıplak!“ demenin de bir anlamı var elbette fakat „felaket“ olarak addedilen dipsiz kuyuya tepetaklak yuvarlanmaya mahal vermeyen, gerçeklikle ilişkisini koparmamış ve yakıcı/yıkıcı siyasal gelişmelere duyarsızlaşmamış alternatif kavrayışlara olan ihtiyaç kendini dayatıyor.
Yeni Türkiye’nin Ruhu, tam da bu ihtiyacı tespit eden, „hınç, tahakküm, muhtaçlaştırma“ stratejilerinin nasıl işlediğini titizlikle ele alan, Yeni Türkiye’de „yeni“ olanı kavramaya aday, kıymetli ve eşsiz bir inceleme.
Okuru, ümidi diri tutabilmenin imkânlarına doğru aklıselim bir yolculuğa davet ediyor…
Kitaptan alıntı:
„Belki diğer düşünce alanlarına nazaran, Türkiye’de siyasal düşüncenin sınırlı doğasını açıklayan en önemli etken de yine devlet merkezli ve katı bir milliyetçilikle malul bu siyasal alanın ve onun muktedir aktörlerinin, Türkiye’yi sürekli ve topyekûn bir kriz toplumu olarak kurmayı başarmasında yatıyor. Topyekûn kriz hali, devletin kendisinin basitçe bir kurum olmanın çok ötesine geçerek siyasetin ta kendisi haline gelmesini sağlıyor ve her siyasal faaliyetin devletle ilişkisi üzerinden anlaşılmasını siyasetin tüm icracılarına dayatıyor.“
Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası – Bosna Hersek
Tanıl Bora’nın Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası başlıklı incelemesi, İletişim Yayınları tarafından yeniden yayımlanıyor. Bora, Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası’nda Boşnak kimliğinden Sırp milliyetçiliğine, Bosna meselesine dünyanın nasıl baktığından Türkiye kamuoyunda Bosna Hersek’in ne derece yer tuttuğuna dek uzanan geniş bir alanda Bosna Hersek’in panoramik bir fotoğrafını çekiyor.
„Oyunlar oynuyoruz. Üçüncü kez üzerinde kucaklaşabileceğimiz ve gözyaşları içinde sözbirliği, kardeşlik, birlik için yemin edebileceğimiz yıkıntıları hazırlıyoruz… Bugünkü Bosna gibi bir memlekette nefret etmeyi bilmeyen ya da çok daha zor olanı, nefret etmeyi bilinçli olarak istemeyen, bir yabancı gibidir, düşmandır ve kimi zaman da işkence edilendir…“
Drina Köprüsü romanıyla bilinen Bosnalı yazar İvo Andriç’in 1920’lerde kaleme aldığı notlarından
Milliyetçiliğin Provokasyonu
İletişim Yayınları, Tanıl Bora’nın Milliyetçiliğin Provokasyonu adlı çalışmasını yeniden yayımlıyor. Yugoslavya’da yaşanan ve diğer örneklerinden farklı olduğu için „üçüncü yol“ olarak görülen sosyalizm deneyimini tüm detaylarıyla anlatan Bora, ayrıca 90’lı yıllarda yaşanan milliyetçi dalgadan günümüze uzanan sürecin etkilerini de inceliyor.
Yugoslavya sosyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrasının dünyasında, aynı toplumsal ve siyasî sistematiğin kutuplaşmış uçlarına dönüşmeye yönelen kapitalizm-reel sosyalizm geriliminde „üçüncü yol“ arayışına girenler için bir umut ışığı, önemli bir tecrübe gibiydi. Yugoslavya’nın federal yapısı, „millî mesele“yi, üniter millî devlet sisteminden de Sovyetik merkeziyetçi çokuluslu „imparatorluk“ sisteminden de farklı, milliyetçilik dışı bir „üçüncü yol“dan çözmüş görünüyordu.
1990’lara girerken, Yugoslavya’nın sunduğu „üçüncü yol“ işaretlerinin „gibi“si bile kalmadı. Ülke, kapitalizmle reel sosyalizmin kaotik bir bileşimi altında eziliyor; milliyetçiliğin en şoven, en fanatik biçimleri altında ölümüne düşmanlığı, vahşeti, kitlesel göçü yaşıyor.
„Gibi“si bile olsa „üçüncü yol“ umutlarını üreten de Yugoslavya toprağı, Yugoslavya halklarıydı; bu umutları yitirip bütün „yol“ları sonlandıran, tüketen de o… Ama bu ülkenin siyasî altüst oluşlarla, insanî-toplumsal çilelerle dolu yakın tarihinde, hep milliyetçiliğin provokasyonu var – Yugoslavya’nın kaderinde, bu provokasyonu bekleyen, inadına bereketli kaynakları kurutamamanın acısı var.
Yugoslavya’nın bugünü de içeren tarihî hikâyesi, sadece coğrafî bakımdan değil, toplumsal-siyasî meseleler ve en temel insanî duyarlılıklar bakımından Türkiye’nin çok yakınında. Yugoslavya’yı „laboratuvar“ gözüyle değil yakınlık duygusuyla izlemek, dünyanın gidişatını anlamak ve o gidişatta bir yer, bir taraf tutabilmek açısından önemli.
[ad_2]
Devamini oku >>