[ad_1]
Sanatçı ve yazar Pete Najarian’ın 1986’da yayımlanan üçüncü romanı „Daughters of Memory“nin Türkçe çevirisi, „Belleğin Kızları“ başlığıyla Aras Yayıncılık’tan çıktı.
Yunan mitolojisindeki Bellek Tanrıçası Mnemosyne’nin Zeus’tan olan kızları Musalara yani ilham perilerine atıfla romanına bu başlığı veren Najarian, başkarakteri Zeke ve Yunan tragedyasındaki koro misali bir işlev gören yaşlı kadınlar korosu aracılığıyla geçmişin izini sürüyor ve dünü bugüne, Anadolu’da başlayan ailesinin hikâyesini Amerika’ya bağlıyor.
Çocuk yaşından itibaren gözlerinin önünden gitmeyen ve farklı zamanlar ve farklı mekânlarda farklı görünümlerle karşısına çıkan bir kadın figürü, ressam Zeke’nin zihninde, çölde ölen anneannesiyle, annesinin bile yüzünü hatırlamadığı o kadınla üst üste biniyor.
Sanat tarihinin kadın figürleri, rüyalarındaki kadınlar, âşık olduğu kadınlar, annesi, anneannesi, hepsi, Zeke’nin arayışına eşlik ediyor. Najarian, Belleğin Kızlarını çarpıcı bir kurguyla kaleme almış. Neredeyse her satırına cinsel enerjinin sindiği bu anlatı, okuru hafızanın ve unutuşun, geçmişin ve şimdinin, rüyanın ve gerçeğin, cinselliğin, şiddetin ve sanatın dehlizlerine çekiyor.
Kitaptan:
„O ilk erotik rüyada, sanki bir tülün arkasında belirmişti, yaklaştıkça parıltısı artan ergen bir kızdı. Gel, demişti, yaklaş ve kollarındayken bir ışık aniden omurgadan yukarı doğru akıp gözlerin arkasında parlamıştı, uyku sersemliği içinde güneş ara sokakta parlıyordu, cinsel organ hareketsiz ve yapış yapıştı.
Nereye gitmişti? Rüyayı göreninki gibi açık kahverengi saçları ve sanki onu eve geri getirmeye gelmiş bir kız kardeşi andıran tanıdık yüzüyle, kimdi o?
Sonra anne, yatağı toplamaya geldi. Yastığı kabarttı ve eliyle çarşafı düzeltirken ortadaki ıslaklığı gördü. Çarşafı toplayıp götürdü ve kare şeklindeki eski bir pazen parçasıyla geldi, kumaşı yatağın üzerine koyduktan sonra temiz bir çarşaf serdi.
Yatağın lekelenmesini istemiyordu, pazen üzerindeki lekeler derinden gelen imzalar gibi birikmeye başladı; rüyayı gören erkeğe dönüştükçe kız da kadına dönüşmüştü ama bir daha hiç o zamanki gibi parlamadı.
O parıltı, rüyalardan seri ve uçup giden gerçek âlemdeki anlara geçti, bu âleme yalnızca farkında olmadan girebiliyordu. Otobüste bir genç kızın aniden eteğinin açılıvermesi veya gazete dağıttığı evlerin birinden genç bir kadının kapıya bırakılan sütü almaya kimonosuyla çıkıp öne eğilirken şafağın sisleri arasında aniden memelerinin görünüvermesiyle.
Ve sadece kadınların parıltısı değildi, eski bir römorkörü kaplamış yosunların veya rıhtımdaki martıların, kıyıda tanrılar gibi yükselen kayalıkların veya şehrin üzerinde salınan bulutların, bir akşamüstü Amerikan futbolu antrenmanında koçlar takımın diğer oyuncularıyla meşgulken ve amigo kızlar tribünlerin yanında prova yaparken çimenlerin parıltısıydı, gökyüzünün aniden açılması ve sonbahar bulutlarının yağmur sonrasında parıldamasıydı, sahaya yayılmış kir toz içindeki formaların sönen ışığın yumuşak gökkuşağı renklerindeki parıltısıydı, çayırın zengin renklerinde aniden kalp atışı gibi çarpan derin bir sessizlik ve kasktan akan ter, gözyaşlarıyla yükselen ve delikanlının yüreğini nedenini kavrayamadığı bir kederle karıştıran gizemli bir aşk.
Kimin içindi bu, sürekli ortadan kaybolan bu kız kimdi?
Ben sanatçı olacağım diye karar verdi. Bir gün o parıltıyı çizeceğim ve o parıltının içinde yaşayan kimse, onu bulacağım.
Ve yıllar, bulutların arasındaki geçici gül rengi gibi geçip gitti. Görüntü sürekli soluyor, çizgiler ufuk noktasına doğru akıyordu. Benim de yok olacağım o nokta nerede, bu hasretin ve kederin sonu?
Sürekli yeni bir manzara beliriyor. Ufuk bir kadın, yol da onun kasıklarında bir saban izi gibi. Şimdi suyun kıyısında bulutlar gökyüzünü kızıla ve leylak rengine boyuyor ve sahile yansıyor, ta ki sahil ve gökyüzü onun dev vulvasının iki yarısı gibi görünene dek. Siyah dalgalar labyası arasındaki bir kat gibi, bir martı sürüsü akbabalar gibi sessizce güneşin ölümünü bekliyor.
Kadın sürekli günbatımında veya şafağın parıltısının ışıkta kaybolmasından hemen önce ortaya çıkıyor. Silueti beliren bir figürden çok parıltının kendisi gibi.
Gel, diyor, yaklaş, eski terk edilmiş bir çiftlikte yanında bir eşekle dikiliyormuş gibi. Yabani gelinciklerle dolu bir tarlada, etrafında antik bir tapınağın kutsal emanetlerine benzeyen eski çiftlik aletleri var.“
Pete Najarian Adanalı bir anne ve Diyarbakırlı bir babanın çocuğu olarak 1940’ta New York yakınlarındaki Union City’de doğdu. Rutgers Üniversitesi’nde İngiliz dili ve edebiyatı okudu, San Francisco Üniversite’nde yaratıcı yazarlık yüksek lisansı yaptı. Çeşitli üniversitelerde ders verdi. Öykü, şiir ve denemeleri dergi ve antolojilerde yayımlandı. İlk romanı Voyages 1971’de basıldı (Türkçe basımı: Son Ermeni, Ece Eroğlu çevirisiyle, Aras, 2004). Bu kitapta, kimliğinin ve kaybettiği babasının izlerini ararken Anadolu göçmeni ailesinin geçmişiyle hesaplaşan, içindeki huzursuzluğun ve Amerika’ya karşı hissettiği yabancılığın nedenlerini bulmaya çalışan bir Ermeni gencinin isyanını dile getirdi. Bu ilk romanıyla edebiyat çevrelerinden olumlu tepkiler aldı. 1978’de yayımladığı Wash Me On Home, Mama’da aile, aidiyet ve kimlik kavramları üzerinde durdu. 1986’da yayımlanan Daughters of Memory’de ise kadın figürleri aracılığıyla geçmişinin izlerini sürdü ve simgesel bir kadın korosuyla dünü bugüne, ailesinin macerasını Amerika’daki yaşantıya bağladı. Najarian’ın anı ve denemelerden oluşan kitabı The Great American Loneliness (Büyük Amerikan Yalnızlığı) ise 1999’da yayımlandı. Eski kitaplarında Peter ismini kullanan Najarian, son üçlemesiyle birlikte (The Artist and His Mother, The Paintings of Art Pinajian, The Naked and The Nude) Pete ismini kullanmaya başladı. Halen, günlerini edebiyat ve resimle uğraşarak geçirdiği Kaliforniya’da yaşıyor.
[ad_2]
Devamini oku >>