fbpx
Saglik

Kronolojik yaşınız ile fizyolojik yaşınız aynı değil!

[ad_1]

Prof. Dr. İsmail Tufan ile yaşlanma üzerine konuştuk. Prof. Dr. Tufan „Her organın biyolojik yaşlanması farklıdır. Yani bedenimiz belli bir günde dünyaya geldi, dolayısıyla organlarımızın takvimsel yaşı aynıdır. Fakat kalbimizin fizyolojik yaşıyla böbreklerimizin fizyolojik yaşı farklıdır“ diyor.

Yaşlılık genel anlamda kişinin fiziksel ve bilişsel fonksiyonlarında gerileme, sağlığın, gençliğin, güzelliğin, üretkenliğin, cinsel yaşamın, sosyal yaşantının azalması hatta kaybedilmesi gibi algılanan bir kayıplar dönemi midir? Röportajımızı okuduktan sonra yaşlanmanın tanımına karşı düşünceleriniz değişebilir.

 

Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü Kurucu ve Bölüm Başkanı Prof. Dr. İsmail Tufan yaşlanma ile ilgili sorularımızı yanıtladı.

 

Yaşlılık yalnızca fizyolojik olarak doku ve organlarda gerilemeler ve beden fonksiyonlarında yetersizlikler olarak tanımlanabilir mi? Yaşlanmamızın nedeni nedir?

Yaşlanma çok boyutlu kompleks bir olgudur. Bunun sadece bir boyutu fizyolojik olarak doku ve organlardaki değişimlerle bağlantılıdır. Fizyolojik boyutuyla akraba olup ama daha kapsamlı alan biyolojik yaşlanma olarak tanımlanır. Biyolojik yaşlanmanın daha kapsamlı olmasının nedeni sadece insanın değil, tüm canlıların yaşlanmasını kapsamasıdır. Tabii ki bunlara duyulan ilginin ardında genellikle insanın biyolojik yaşamını uzatma isteği yer almaktadır. Yaşlanmanın sadece biyolojik ve fizyolojik değişimlerle bağlantılı olamayacağını herkes günlük yaşamdaki gözlemlerinden elde ettiği tecrübelerinden bilir. Yani yaşlanmanın aynı zamanda psikolojik ve sosyal boyutlarının varlığından herkes haberdardır. Bilim sadece herkesin farkında olduğu bu özellikleri sistematik girişimlerle incelemektedir. Yaşlanmamızın nedenleri, yaşlanmanın hangi boyutu üzerine tartıştığımız sorusuna bağlı olarak değişir. Biyolojik ve fizyolojik yaşlanmanın nedenlerini merak ediyorsak, DNA, hücre, hücre organelleri, doku ve doku sistemleri, organ ve organ sistemleri üzerine tartışmak gerekir. Ben yaşlanmanın ruhsal ve toplumsal boyutlarıyla ilgileniyorum. Daha fazlasına da gerek duymuyorum. Çünkü insanın – ne kadar uzarsa uzasın – ömrüne sığdırmayacağı kadar kapsamlı iki alandan bahsediyorum. Yaşlanmanın ruhsal ve toplumsal boyutlarından söz ederken yine bunların kendi içinde boyutlara ayrıldıklarını da dikkate almak lazım. Böylece uzman olmayan okuyucu da rahatlıkla bu alanın kapsamını tasavvur edebilir.

 

Biyolojik ve fizyolojik yaşlanmanın nedenleri üzerine pek çok teori vardır. Hiçbiri tek başına yaşlanmayı açıklayamamaktadır. Her biri belli bir perspektiften biyolojik veya fizyolojik yaşlanmanın belli bir özelliği hakkında hipotez ortaya atarak, bunların kanıtlarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Dikkat ederseniz biyolojik ve fizyolojik kavramlarını devamlı tekrarlıyorum. Çünkü literatürde biyolojik yaşlanma teorileri ve tıbbi yaşlanma teorileri olarak ikiye ayrılmaktadırlar. Tıbbi yaşlanma teorileri sizin sorunuz olan doku ve organlardaki yaşlanmayı açıklayan teorilerdir. Mümkün olmasa da bu teorileri tek cümleyle özetlersek şöyle diyebiliriz: Bu teoriler biyolojik ve fizyolojik fonksiyonların zamanla arızalandığını, DNA bazında kopyalama hatalarının meydana geldiğini ve organizmanın çevre koşullarına uyum yeteneğinde kayba uğramasına yol açtığını, uyum sağlamayacak hale gelen organizmanın öldüğünü kabul ederler. Yani yaşlanma, sonu ölümle biten biyolojik ve fizyolojik kompleks süreçlerin toplamının sonucudur. Sizin “yetersizlik” olarak belirttiğiniz şeyler “organizmanın uyum yeteneğindeki kayıplardır.” Fakat yaşlanma “fakatları bol” süreçlerle ilgilenmeyi zorunlu kılar, biyolojik ve fizyolojik yaşlanma süreçlerinin herkeste farklı geliştiğini de bilmek gerekir. Yani 70 yaşındaki iki kişinin ‚biyolojik yaşı‘ veya ‚fizyolojik yaşı‘ aynı değildir. Hatta olay daha da karmaşıktır. Çünkü 70 yaşındaki bir insanın ‚kendi organları‘ da farklı fizyolojik yaştadır.

 

Bu ne demek?

Hepimiz belli bir tarihte dünyaya geldik. Bugünkü tarihe bakarak “kronolojik yaşımızı” veya diğer adıyla ‚takvimsel yaşımızı‘ hesaplayabiliriz. Fakat kronolojik yaşımıza bakarak biyolojik ve fizyolojik yaşımızı bulamayız. Bir insanın fizyolojik yaşını merak ettiğimizi farz edelim. Çeşitli yöntemlerle bu ‚yaşı‘ hesaplayabilir miyiz? Cevap: Hayır! Buna karşı gelenler olacaktır. Kemiklerin yapısından bu tür hesaplar yapılabilir. Daha doğrusu kemiklerin fizyolojik/anatomik yapısından hareket edilerek bireyin takvimsel yaşı aşağı yukarı tahmin edilebilmektedir. Örneğin Almanya’da bu son günlerin popüler konusudur. Elinde belge olmayan mültecilerin ‚gerçek‘ yaşının bu yoldan tespit edilmesi talep edilmektedir. Karşı çıkanlar ise bunun güvenilir bir yöntem olmadığını belirtmektedir. Her organın biyolojik yaşlanması farklıdır. Yani bedenimiz belli bir günde dünyaya geldi, dolayısıyla organlarımızın takvimsel yaşı aynıdır. Fakat kalbimizin fizyolojik yaşıyla böbreklerimizin fizyolojik yaşı farklıdır. Ölü doğan embriyoların kalp kaslarının incelenmesi ilginç bir sonucu ortaya çıkarmıştır. Henüz embriyo döneminde kalp kaslarımızda ‚yaşlılık lekeleri‘ oluşmaktadır. Bu lekeleri ileri yaşlara erişen insanların cildinde görebiliriz.

 



Yaşlanma ‚ana rahminde başlayıp ölünceye dek‘ devam eden biyolojik, fizyolojik, psişik ve sosyal süreçleri kapsıyor ve bunlar tarafından belirleniyor. Dolayısıyla takvimsel yaş önemli olmadığı gibi bununla yaşlanmayı açıklamak, tarif etmek ve öngörüde bulunmak mümkün değildir.


Prof. Dr. İsmail Tufan





 

Günümüzde toplam yaşam süresi sınıflandırması “0 ile 17 yaş arası ergen; 18 ile 65 yaş arası genç; 66 ile 79 yaş arası orta; 80 ile 90 yaş arası yaşlı; 100 üzeri ise uzun ömürlü” olarak kabul görülüyor. Yaşlılık sınıflandırılabilir mi? Bu sınıflandırmada neler baz alınır? 18 ile 65 yaşı aynı sınıfta tutan ortak özellikler nelerdir?

Belirttiğiniz yaş sınırları, takvimsel yaşa göre yapılan bir sınıflandırmadan hareket edildiğine işaret ediyor. Fakat bu sınıflandırmayı kimin yaptığını bilmiyorum. Çünkü birden fazla sınıflandırma vardır. Bu sınıflandırmalar genellikle farklı amaçlara dayanmaktadır. Örneğin hukuksal sınıflandırma veya gelişim psikolojisindeki sınıflandırma farklıdır. Dolayısıyla bu tür sınıflandırmaların ardındaki amaç ve hedefler tanımlanmadan ‚Şu kişi gençtir, şu yaşıdır‘ demenin de hiçbir anlamı yoktur.

 

Gerontolojide de bu tür sınıflandırma yaparız. Bunu yaparken bireyin ‚fonksiyonel, sosyal ve psişik yeterlilikleri‘ göz önüne alınır. ‚Genç yaşlı‘, ‚yaşlı‘, ‚yaşlı yaşlı‘, ‚ileri yaşlı‘, ‚asırlık‘ gibi kavramlarla yaşlılığı kendi içinde alt dönemlere ayırmaya çalışırız. Bunların ardında sadece objektif gerçeklikler yer almaz aynı zamanda bu tasarımlar sübjektif algılara dayanmaktadır. Her ne kadar kapsamlı ampirik araştırmaların bulgularından hareket edilerek bu tasarımlar ortaya konulsa da hiçbir zaman araştırmacının sübjektif algıları tümüyle bertaraf edilemez. Öte yandan sınıflandırma yaparken kullanılan kıstasların neler olduğu da belli değildir. Demek istediğim şudur: Bunlar ‚uzlaşmaya‘ bağlı yaşam süresini safhalara ayrıma girişimlerinin sonucudur.

 

Antikçağdan beri insanın yaşamını safhalara ayrıma isteği vardır. İlk örneğini Solon ortaya koymuştur. Bundan daha önemli bir soru, niçin buna gerek duyulduğudur. Örneğin hukukçu kime hangi cezayı vereceğine bireyin yaşını dikkate alarak karar verir. Çocuk, genç, yetişkin gibi kavramlardan hareket edilerek aynı ’suça‘ farklı cezalar öngörülür. Toplum açısından yaşam dönemlerinin anlamı şudur: Bireyin ne zaman toplum için randıman getireceği, ne zaman buna hazırlık yapacağı ve ne zaman kendisinden randıman beklenmediği sorularına verilen cevaplardan hareket edilmektedir.

 

Klasik tasarımda toplam yaşam üç safhaya ayrılır. Birincisinde eğitim yer alır. Gençlik randıman getirebilecek bilgi ve becerileri bu dönemde kazanır. Ardından çalışma dönemi ve bunu takiben dinlenme dönemi gelir. Buna da emeklilik diyoruz. Emeklilerden artık randıman beklemiyoruz(!) Fakat bu modelin kullanım tarihi geçmiştir. Bugün endüstri toplumlarında ‚yaş uyumlu‘ model daha çok kabul görmektedir. ‚Yaş odaklı‘ model önemini git gide yitirmektedir. Bunun yerine ‚yaş uyumlu‘ model önerilmektedir. Belirli yaştan itibaren her insanın her yaşta öğrenebileceği, çalışabileceği ve dinlenebileceği kabul edilir.

 

Türkiye’de bunun örneği var mıdır, diye sormuş olsaydınız ‚Tazelenme Üniversitesini‘ örnek verirdim. Burada 60 yaş ve üstü kişiler öğretim görmektedir. Öğrenme işini bireyin yaşından koparıp tüm yaşam döneminde öğrenmenin mümkün olduğunu gösteren bu örnek girişim 2016 yılından beri uygulanmaktadır. 18 ile 65 yaşı aynı sınıfta tutan özellikler, bizim araştırma ve çalışma alanımızın dışındaki bir sorudur. Hiçbir zaman bu soruya cevap veremeye çalışmadık ve bundan sonra da ‚eski köye yeni adet‘ getirmek niyetinde değiliz. Biz ‚yaşlanmayı‘ araştırıyoruz ve yaşlanma ‚ana rahminde başlayıp ölünceye dek‘ devam eden biyolojik, fizyolojik, psişik ve sosyal süreçleri kapsıyor ve bunlar tarafından belirleniyor. Dolayısıyla takvimsel yaş önemli olmadığı gibi bununla yaşlanmayı açıklamak, tarif etmek ve öngörüde bulunmak mümkün değildir. Tabii Nüfus Bilimcileri açısından durum daha farklıdır. Onlar nüfusu takvimsel yaşa göre sınıflandırmaktadır.

 

 

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2016 verilerine göre dünyada yaşam süresi 5 yıl uzadı. Çevre kirliliği, stres, sağlıklısız beslenme bu kadar artmışken yaşam süresi nasıl uzar?

Yaşam süresinin uzaması gayet normaldir. Her ne kadar yaşam süresini kısaltan etkenler varsa da modern toplumun mücadele olanakları unutulmamalıdır. Öte yandan ‚dünyada‘ yaşam süresinin uzaması genel bir değerlendirmedir. Dünyanın en fakir ülkelerinden en zengin ülkelerine kadar hepsinin toplamından elde edilen bir sonuçtur. Fakat dünyanın en fakir ülkelerinde yaşayanların sadece yaklaşık yüzde 5’i 60 yaş ve üstüne erişmektedir. Buna karşın endüstri ülkelerinde, örneğin Japonya’da yüzde 25’i!

 

Sorunuzu değiştirip, Türkiye ile sınırlandırarak soralım: Yaşlıların birçoğu yoksulluk içinde yaşamasına rağmen, nasıl oluyor da doğuşta beklenen yaşam süresi erkeklerde aşağı yukarı 75 yıl, kadınlarda neredeyse 81 yıl oldu? Dünyayı soruyoruz da Türkiye’yi niçin sormuyoruz?

 

Önemli olan ortalama yaş değildir. Dünya Sağlık Örgütü veya TÜİK’in Türkiye için yayınladığı ortalama yaşam beklentisinin istatistiksel rakam olduğu unutulmamalıdır. Sadece ortalama yaşam süresi bir şey ifade etmez. Çünkü kıstas eksiktir. Bunun yanında ’standart hata‘ değeri gerekir. Ama nedense bu dile getirilmiyor. Verilerin nasıl dağıldıklarını bu iki bilgi verilirse anlayabiliriz. Ortalama değeri şöyle bir örnek açıklayabiliriz: Sadece 3 kişiden oluşan bir toplum düşünelim. Birinci kişi 4 yaşında ve ikinci 90 yaşında aynı yıl içinde ölmüş olsun. Üçüncü kişi ise bunları gözlemleyip, ‚ölüm tablosu‘ hazırlasın. Bu toplumda doğuşta beklenen ortalama yaşam süresi nedir? 47’dir! Ne demek istediğim sanırım anlaşıldı. Ortalama değer, örnekten görüldüğü gibi gerçek değerlerden hesaplanır ama bunların bir göstergesi değildir. Standart hata bu örnekte 45 yıldır. Şimdi şunu diyebiliriz: 3 kişilik bu toplumda ortalama yaşam süresi “47 yıl olup artı eksi 45 yıl arasında yer almaktadır.” Yani bu minik ülkede insanlar 2 yaşında da ölebilir, 92 yaşında da! 1 yaşında veya 93 yaşında ölürse, bu hesaba göre ender rastlanılan durumdur. Buna ‚istatistiksel manidar durum‘ da diyoruz. Bundan böyle Dünya Sağlık Örgütü veya bir başka kurum ortalama yaşam süresi dediğinde, aklımıza hemen ’standart hata‘ gelsin. Böylece verileri daha sağlıklı değerlendirebiliriz.

 

Yaşlanma geciktirilebilir mi? Veya önlenebilir mi? Örneğin ruhun genç olmasının bedene olumlu bir etkisi var mıdır?

Benim tanıdığım 90 yaşında bir adam var. Daha geçen hafta bana “Şu yaşlılardan bıktım” diyerek, yaşlı olmadığını ifade etmişti. 103 yaşında Nazilli’de tanıdığım bir kadın “gönül yaşlanmıyor” demişti. 100 yaşındaki yazarla yaşlılık üzerine röportaj yapmak isteyen gazeteciyi bu yazar “Kendimi henüz yaşlılık üzerine konuşacak kadar yaşlı hissetmiyorum” diyerek röportajı ret etmiştir. Anlaşılan psikolojik yaşlanma geciktirilebilir. Hatta önlenebilir. Bunlar psikolojik yaşlanmayla bağlantılı birkaç örnektir. Araştırmalar bugünkü 65 yaşındaki kişilerin kendilerini bundan 30 yıl önceki yaşıtlarına göre aşağı yukarı 8-10 yıl daha genç hissettiklerini göstermektedir. Yine akla yeni bir soru geliyor? Niçin bugün bizler kendimizi daha genç hissediyoruz? Bunun nedeni sağlık, zindelik, yaşam koşulları gibi faktörlerle açıklanmaktadır.

 

Rousseau der ki: “Öyle insanlar gördüm ki, 100 yıl yaşadıkları halde, doğduklarında öldüklerinin farkında değillerdi.” Ünlü hekim Alexis Carrel de “Ne kadar yaşadığımızın değil, nasıl yaşadığımızın” önemli olduğunu vurgulamıştır.

 

Biyolojik yaşlanma süresinin de uzadığını görüyoruz. Bazı araştırmacılar yaşam süresinin daha da uzayacağını ‚müjdeliyor‘. Gelişmiş endüstri ülkelerinde önümüzdeki çeyrek asır içerisinde yaşam süresine 30 daha ekleneceği, hatta uzun vadede bunun üstüne 100 yıl daha geleceği iddia ediliyor. Gelecekte yaşam süresi 200 yıla ulaşabilir. Alzheimer hastalığının 8 ile 20 yıl sürebileceğini biliyor muydunuz? Bu hastalarla hiç karşılaştınız mı? Hastalığın son aşamasına girmiş olan Alzheimer hastalarını gördünüz ve ne durumda olduklarını algılayabildiniz mi? Düşünün ki 200 yıl yaşadınız ve bunun 100 yılını Alzheimer hastası olarak geçirdiniz. Yaşam süresinin ne kadar uzayacağı önemlidir ama bu süreyi nasıl geçireceğimiz çok daha önemlidir.

 

Alman doktor Hufeland, 8 yıllık bir araştırma sonucu 1797 yılında yayımladığı ‘Ömrü Uzatma Sanatı’ adlı kitabında uzun ömrün sırlarını şöyle sıralamıştı: Bol sebzeli, az etli, az şekerli ve az unlu bir diyet, bol hareket, iyi diş bakımı, haftada bir ılık su ve sabunla banyo, iyi bir uyku düzeni, temiz hava ve uzun ömürlü ebeveynden doğmuş olmak. Hufeland, bu koşullarda insan ömrünün 200 yıla kadar uzatılabileceğini savunuyordu. Sizce bu mümkün mü? Mümkünse bu koşullara eklenecek veya çıkarılacak maddeler nelerdir?

Christoph Wilhelm Hufeland’ın 221 yıl önce ileri sürdüğü tavsiyeleri dikkate değer niteliktedir. Genel olarak bugün de önerilebilirler. Ama ne Hufeland ne ben ne de bir başkası şu anda ‚Şunu bunu yaparsan, şu kadar yaşarsın, yapmazsan avucunu yalarsın‘ diyemeyiz.

 

Beyin yaşlanmasının önüne geçilebilir mi? Yaşlanan beyin gençleştirilir mi?

Beynin yaşlanmasının önüne beynimizi çalıştırarak geçebiliriz. Beyin gençleştirilemez! Ama ‚genç beyin‘ ve ‚yaşlı beyin‘ kavramları dışlayıcıdır. Kimin beynine göre genç ve yaşlı diyoruz? Ölçüsü mü var? Varsa, kim bulmuş? Çok acı bir şey, el alem uzayda yaşam ararken, bizler el alemin başarılarından kendimize yaşam süresi çıkarmanın yolunu arıyoruz. Yaşamak isteyenler yaşamın ne olduğunu sormalıdır. Şükürler olsun ki ünlü bir şarkıcı ‚telomer hapı‘ kullandığını söyledi ve yaşlanmaya kamunun ilgisi çoğaldı. İstediğin kadar bilim yap. Bizde bilim milim geçmiyor. Popper değil, popüler olursan lafına kulak kabartılıyor. Hazır sırası gelmişken belirteyim: Kulaklarımız da yaşlandıkça daha az işitir. ‚Yaşlanan beyin‘ gibi ‚yaşlanan kulak‘ da var yani. Belki kendileri hakkında söylenenleri işitemedikleri için yaşlıların yüzünden tebessüm eksik olmuyor.

 

Röportaj: Dilay Argün

[ad_2]

Kaynak

Cok okunan

To Top