fbpx
Kültür

Canavar: Kahramanın yolculuğu

[ad_1]

Bazen bir film izlersiniz ve üzerine saatlerce düşünürsünüz. Yüzlerce soru döner dolaşır kafanızda. Bazen tek bir soru… Keskin, net hatta acımasız. Cevaplaması zor olan ya da cevaplamaktan kaçındığımız. İşte Michael Pearce’ın “Canavar” filmi de bize cevaplanması zor bir soru soruyor; „İyi bir insan mıyız?“

Moll, stabil bir hayatı olan suskun bir kadın. Aslında bu suskunluk kişisel bir tercih değil, hastalık derecesinde baskıcı ailesinin ruhuna bastığı bir damga. Hayatını tur rehberliği yaparak kazanıyor, işten artan zamanlarında alzheimer hastası babasıyla ilgileniyor ve sorumsuz abisinin kızına bakıcılık yapıyor. İzin günlerindeyse otoriter, despot, sevecen duygulardan arınmış annesinin şef olduğu koroda şarkı söylüyor. Moll’un karşısında her zaman bir anne engeli var. Aralarındaki ilişki olabildiğince karmaşık. Moll bir yandan annesine karşı derin bir suçluluk hissediyor, bir yandan da ondan nefret ediyor. Freud’un “Ödipal kompleks” teorisinden yola çıkarak bu anne ve kızın arasındaki çatışmaya baktığımızda şiddetin giderek arttığını ve modern insanın sancılarından beslenerek kötüleşmesini izleyeceğiz.

Moll canavar mı yoksa iyi bir insan mı?

Moll’un ailesi ile ilişkisi bir hapishane ortamını andırıyor. Filmde bunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Annenin, Moll’u sürekli yargıladığını, sürekli ona geçmişi hatırlatıp Moll’u kendisine bağımlı hale getirdiği anlara tanık olacağız. Moll, geçmişte yaptığı hatadan dolayı kendini suçluyor ve affedilmeyi bekliyor. Bazen aile içinde varlığı ile yokluğu bir oluyor, adeta görünmez bir insana dönüşüyor. Kendiliği olmayan, yürüyen bir boşluğu andırıyor. Ailesinin onu yok saydığı anlarda içinde fırtınalar kopuyor. Bu anları yönetmen büyük bir ustalıkla gösteriyor. Bunu ya büyük bir deniz dalgasıyla ya da kırılan bir bardak metaforlarıyla görüyoruz. 

Bu olaylar filmde büyük bir düzenle aktarılıyor. Ve kırılma anına geliyoruz. Moll’un doğum günüdür. Her şey yolunda giderken kız kardeşi Moll’dan rol çalıyor. Kendini beğenmiş kız kardeşi ve onun eşi iki cümle ile Moll’un doğum gününü kutlarken bir çocuk beklediklerini duyururlar. Moll’un doğum günü için patlamayan şampanya bebek bekleyen kız kardeşi için patlıyor. Bu olay Moll için bardağın dolup taştığı nokta oluyor. İçi içine sığmıyor bir şekilde bu duygudan kurtulması lazım. Delip geçiyor bütün kuralları ve gece dışarı çıkıyor. Özgür oluyor o gece, yaşamak istiyor, sonuna kadar özel hissetmek ve doğum gününü kutlamak istiyor. Hepimizin beklediği belki de hak ettiği ilgiyi görmek istiyor. Ama dünyaya gözlerini yeni açmış bebek korkaklığında çekinerek eğleniyor. Sanki gizli bir kelepçe onu ellerinden tutuyor. O gece sabaha kadar eğleniyor, barda tanıştığı çocukla kendini İngiltere’nin muhteşem doğasına bırakıyor. Bir an yaptığı çılgınlık, aştığı sınır ona fazla geliyor. Eve geri dönmek istediği zaman bardan beraber çıktığı çocuk onu zorla alıkoyuyor. Ve iste ikinci kırılma noktası! Hayatını değiştirecek adam karşısına çıkıyor. Pascal, onu zorba çocuktan kurtarıyor. Pascal sert, şiddet eğilimli ve vahşi denebilecek kadar yakışıklı bir genç… Moll’u kurtarıp onu eve bırakıyor.

Pascal, Moll için de bizim için de bir kahraman artık. Moll’u kurtararak hepimizin kalbine girdi. Pascal, geçimini illegal yolla hayvan avlayarak yaşayan tehlikeli bir tip. Moll’un ailesinin alışık olduğu gençlerden değil, hatta onlar için oldukça aykırı. Tabi ki Moll’un ailesi bu ilişkiye engel olmak istiyor ve Moll’u baskılamaya başlıyor. Bu baskılara karşın Moll ve Pascal  özgür olmak, çimlerde yuvarlanmak, içmek, sarhoş olmak, sarılarak uyumak isteyen delice hatta şiddetlice birbirine aşık olan bir çift.

Filmin gerilimini arttıran ve her şeyi değiştiren bir olay, çiftin tanıştığı gün oluyor. Kasabada yaşayan üç kız boğularak öldürülüyor. Bu kızlardan birinin Pascal ile bağlantısı var. Zaten toplumdan dışlanan ve normların dışında yaşayan Pascal için olaylar zorlaşıyor. Pascal suçlu mu, kötü bir insan mı? Burada Moll da biz seyirciler de bir sınav veriyoruz. Moll, ailesini karşısına alıyor ve Pascal ile yaşamaya başlıyor.

Moll, bu saatten sonra hem kendini hem Pascal’ı derinlemesine gözetliyor. Elinden geleni yapıyor iyi bir insan olmak için. Sadece sevdiği çocukla mutlu olmak isterken her şey tersine dönüyor. Pascal, öldürülen üç kızın katili olabileceği şüphesiyle gözaltına alınıyor. Geçmişi sabıkalarla dolu olan ama hep iyilik yaparken gördüğümüz Pascal, kasabalılar için de suçlu.

Moll en zor sınavını burada veriyor. İyi bir insan olmaya çok kararlı. Ölen kızın ailesine başsağlığı dilemeye kiliseye gidiyor. Ailesi de orada ve bakışlarıyla bile onun kötü hissetmesini sağlıyorlar. Pascal gibi Moll’da dışlanıyor ve filme hayran kalacağımız bir sahne geliyor. Moll kocaman bir çığlık atıyor. Bu sahne bir dakika bile sürmüyor. Belki 30 saniye… Ama o kadar çok şey anlatıyor ki. Moll, bir çığlıkla ifade ediyor kendini, dünyaya, ailesine, kasabaya… Film başından beri insanların kötü olduğunu ve bu hayatta iyi insan olmak için mücadele verdiklerini söylüyor. Moll da tam bu çığlık sahnesinde bunu söylüyor bize. Ailesine karşı, onu dışlayan, hor gören topluma karşı yine de ben iyi bir insanım diyor. „Bana iyi bir insan olmam için şans verin, elimden geleni yapıyorum.“ diyor. Tükenmişliğin ardından gelen acı hissi ve yorgunluk. Her şeyin iç içe geçtiği, filmin karmaşıklaştığı anlarda bir çığlık filmi unutulmaz yapıyor.

 

Moll’un ailesine karşı kendisini suçlu hissetmesinin sebebi 13 yaşındayken okul arkadaşını yaralaması. Bu yaralama olayından sonra Moll okuldan atlıyor. Annesi işten ayrılıp Moll’a evde eğitim vermeye başlıyor. Moll’un ailesine özellikle annesine bağımlı hissetmesinin sebebi annesinin yaptığı bu fedakarlık. Pascal ile birbirilerini anlamalarının sebebi de, birbirlerine delice aşık olmalarının dışında, ikisinin de şiddet içerikli geçmişlerinin olması. Aslında bu kötü bir ortak nokta. Bu çift modern dünyanın iki canavarı aslında. Sabıkalarla dolu bir geçmişleri var.

Moll, yaraladığı arkadaşını buluyor ve kendisini affetmesini diliyor. Pascal gözaltından çıkıyor. Ve her şey kaldığı yerden devam ediyor. Bu andan itibaren biz de Moll da çok büyük bir yanıt bulmak zorundayız. Bu yanıt filmdeki her şeyi cevaplayacak. Film çok büyük bir sürprizle ve şaşırtıcı bir sonla bitiyor. Herkes bir kaç teori yürütüyor bu son sahnede ancak bir kahraman filmin sonunda bir eşikten geçecek ve amacına ulaşacak…

Joseph Campbell’ın “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” mitoloji ve insan psikolojisi arasındaki güçlü bağa dair bu zamana kadar yazılmış en iyi kitaplardan biri. Filmi izlerken fark ettiğim çok çarpıcı bir noktaysa; kitapla filmin muhteşem uyumu. Film, kitabın yolundan neredeyse şaşmadan gidiyor. Kitapta anlatılan bir kahramanın kendi eşiğine ulaşması ve aşması, bu yolda karşılaşacağı muhtemel sorunlar tıpkı Moll’un yolu gibi.

Filmin muazzam konusu dışında görselliği de şahane. İngiltere’nin cennetten bir parçayı andıran doğasını yönetmen ustalıkla filmin ambiyansına uygun bir şekilde kasvetli ortamlara dönüştürüyor. Yemyeşil bahçeler bizi içine hapsederken, masmavi bir çarşafı andıran deniz bizi boğuyor. Toprak korkutucu derecede siyah ve içine çekiyor. Rüzgarsa filmin ritmine göre Moll’un saçlarını savuruyor.

Oyuncular rollerinin hakkını veriyor. Özelikle Moll karakterini canlandıran Jessie Buckley gerçekçiliği ile büyülüyor. Yönetmen Michael Pearce’ın ilk uzun metraj filmi olan „Canavar“ sizi derinlemesine düşündürecek. Aslında hepimizin verdiği bu mücadeleyi anlatan filmde kendimizden çok fazla parça göreceğiz. Moll, belki farklı bir coğrafyada farklı bir dili konuşuyor olabilir ama aynı yola ulaşmak istediğimiz, hemen hemen aynı acıları çektiğimiz bir insan. Kendini sorgulamak isteyenler ve iyi bir insan olma yolunda verdikleri mücadelede nerede olduklarına bakmak isteyenler için „Canavar“ kaçırılmaması gereken bir film.

 

[ad_2]

Devamini oku >>

Cok okunan

To Top